s
Yemek hazırlamak, pişirilen yemeği muhafaza etmek veya servisi düzgün gerçekleştirmek için kullanılan gereçler, yani mutfak araç-gereçlerimiz, doğaları gereği teknolojinin farklı aşamalardaki farklı boyutlarını kesinlikle yansıtsalar da, asıl bu alandaki kültürel birikimin önemli birer göstergesidirler.
İnsanoğlunun ilk icat ettiği çatal; tarihte ilk kez kullanılan taş fırın; ilk insanların yarattığı toprak çanak; yapıldığı ilk günden beri mutfak yaşantısının çok mütevazi, ama çok önemli bir parçası olan pirinç havan; en son teknolojiyle bezenmiş endüksiyonlu ocak ve buharlı fırın ve tabii daha niceleri… Değişik düzeylerdeki teknolojik özellikleri bir yana, asıl onları kullanan toplumların geleneklerini; sosyal yaşantının bazı gereklerini; ihtiyaçlardan doğan arayışların sonuçlarını ve mevcut oldukları coğrafyanın belirli konulardaki olanaklarını yansıtırlar.
Kısacası, çoğu zaman varlıklarını fark etmeyecek kadar kanıksadığımız mutfak aletleri, aslında yeme-içme yaşantısının hiç küçümsenmeyecek bir boyutunu oluşturur. Çünkü ciddi bir gelişim süreci geçirmişler ve onlara sahip olduğumuz şu anda da, ancak geçici olarak kalacakları bir aşamaya ulaşmışlardır.
Önce, yemek oluşturma sürecinin değişik aşamalarında kullanılan farklı mutfak aletlerini bir sınıflandıralım. Kendi gücümüzle çalışan küçük el aletleri, elektrikli tezgah üstü mutfak gereçleri, beyaz eşya kategorisinde olanlar ve kap kacak türünden aletler, benim ilk anda aklıma gelenler. Tabii bunların çoğunu, yapıldıkları malzemeye veya kullandıkları enerji kaynağına göre ayrıca sınıflandırarak, çok farklı yeni kategoriler elde edebiliriz; plastik, çelik, porselen, cam, tahta veya gazlı, elektrikli, odun ateşli gibi. Bana göre doğru olan, işlevlerine göre sınıflandırmak…
Mutfak aletlerinin önemli bir bölümü, yemeklerin hazırlanması aşamasında kullanılıyor; süzgeç, havan, yumurta çırpıcı, sebze bıçağı, rende, mikser, blender, mutfak robotu, soğan makinesi gibi. Bunların bir kısmı elektrikli, bir kısmının çalışması da bilek gücüne dayanıyor, ama genellikle artık manuel olanları elektrikli modelleriyle yer değiştirmiş bulunuyor; meyve sıkacakları, ekmek bıçakları ve çırpıcılar gibi.
Daha sonra pişirme aşamasında kullanılan aletler devreye giriyor ki, bunların başında da ocaklar ve fırınlar var. Her türlü tava, tencere ve sahan da bu aşamaya ait gereçler. Ayrıca fritöz, buharlı tencere, ızgara, mangal gibi birtakım “vazgeçilmezler” de bu aşamada gerekli olan aletler… Daha sonra da bildiğiniz gibi, sunum ve servis için kullanılan sürahi, pasta maşası, spatül servis tabağı, kepçe, nihale gibi aletler; saklama ve temizlik için kullanılan başta buzdolabı ve bulaşık makinesi olmak üzere, bir günlük mutfak macerasının selametle tamamlanmasına katkıda bulunan “beyaz eşya” kategorisinden gereçler mevcut…
“Beyaz eşyaların” bence en vazgeçilmezi olan buzdolabı, “Soğutma yoluyla yiyeceklerin muhafaza edilmesine yarayan bir aygıt.” Bu özelliğiyle, yeme-içme faslı bittikten sonra veya henüz başlamadan devreye giriyor buzdolabı. Diğer mutfak aletlerinin çoğundan böylece ayrılıyor aslında.
Tabii ki önemi, içerisinde bulunduğu iklimin özelliklerine göre artıp eksiliyor. Sıcak iklimlerde yemeklerin bozulması çok daha kolay olduğu için, böyle yerlerde çok daha gerekli ve yararlı oluyor tabii, ama mevsimsel ısı değişikliklerinden bağımsız olarak kullanılabilen böyle bir alet, her koşulda çok büyük bir rahatlık…
Bu konuştuklarımızın sözünü bile etmek size şimdi gereksiz gibi görünüyorsa eğer, inanın bana, bunun nedeni buzdolabının çoktandır kullanılan, artık kanıksanmış ve işlevi nispeten önemsiz bir alet olması değil; tam tersine, oldukça geç bir zamanda kavuşulmuş olmasına rağmen, yerine getirdiği vazife yokluğu düşünülemeyecek kadar, temel ve gerekli olan önemli bir araç olmasıdır. Ancak çok yakın bir geçmişte yaşantımızın kanıksanan bir parçası haline gelebilen, yani yakın zamana kadar mevcut bile olmayan bir eşya buzdolabı aslında.
Çocukluğumda, tel dolaplarda saklanan yiyecekleri muhafaza etmenin Erzurum gibi soğuk bir yerde bile ne denli zor olduğunu çok iyi hatırladığımdan, beyaz eşyalar arasında, hayranlık ve varlığına şükran duyduklarımın en başında buzdolabı geliyor!
Buzdolabı için de tarihe bir göz atacak olursak, doğal olarak karşımıza buz, kar ve bunlarla yiyecekleri soğuk tutabilme çabası çıkıyor. Bir de tabii buz gibi soğuk suları olan kaynak ve akarsuların bu iş için kullanılması ile, güneş almadığı için dışarıya göre daha serin olan derin mağaralardan ve çukurlardan bu amaçla yararlanılması.
İklim ve coğrafya icabı, buz veya kara kolayca ulaşamayan toplumlar da, bunları en yakınlarındaki yüksek dağlardan taşımak zorunda kalmışlar. Teknolojik gelişmeler henüz buzdolabına ulaşmadığı zamanlarda, insanlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, yiyeceklerini bu yöntemlerden birisiyle serin tutuyorlar. Uygarlığın pek çok alanında olduğu gibi, bu konuda da Çinliler öncü durumda. M.Ö. 1000 yılı dolaylarında, Çinliler’in buzu küçük parçalar halinde kesip bir şekilde sakladıkları biliniyor. M.Ö. 500’lere gelindiğinde, Mısırlılar ve Hintliler, geceleri evin dışında soğuk havada su dolu olarak bıraktıkları toprak kapları ıslak tutarak, bugün kullandığımıza benzer buz parçaları elde ediyorlar.
Bu konuda bundan sonraki sözünü etmeye değer ilk gelişme, 18. yüzyılda, İngiltere’de gerçekleşiyor. Bu dönemde evlerde çalışan işçiler, kışın buzları toplayıp tabakalar halinde tuz, kumaş parçaları gibi bir takım malzemelerle izole ederek, derin çukurlardan oluşan buz depolarına yerleştiriyorlar ve yaz boyunca erimeden kalmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Yani sizin anlayacağınız, bu pek de önemli olmayan gelişme gerçekleşinceye kadar, yüzyıllar boyunca insanlar yiyeceklerini, Çinliler’in, Mısırlılar’ın, Hintliler’in milattan önce kullandıkları yöntemlerle korumaya çalışıyorlar!
Daha sonra, 19. yüzyılda, “Buz kutusu” denilen soğutucular, yine İngiltere’de kullanılmaya başlıyor. Amerika’da ise, iç savaş yüzünden sekteye uğrayıncaya kadar, kuzey eyaletlerle güney eyaletler arasında ciddi bir buz ticareti söz konusu. Bu dönemde, içleri teneke veya çinko ile kaplanmış tahta kutular, mantar ve talaştan, deniz yosununa kadar pek çok farklı malzemeyle izole edilerek, içerilerine buz kalıpları yerleştiriliyor. Bu kutular, yiyecekleri soğukta tutmak için kullanılıyor. Bu model soğutucunun, erimiş buzlardan damlayan suları toplamak için, bir de her gün boşaltılması gereken su haznesi bulunuyor.
Bundan sonrası tipik bir teknolojik gelişme örneği. Buzdolabı; soğutmak için, bir sıvının buharlaşırken ısı tüketmesi ve böylece bulunduğu ortamdaki ısıyı emerek, o ortamın hararetini düşürmesi prensibini kullanıyor. Bu buharlaşma, kompresyon yoluyla gerçekleşiyor ve buzdolaplarında çok düşük ısılarda ancak buharlaşan sıvılar kullanılarak, ısının donma seviyesine düşmesi sağlanıyor. Gelişimin ilk dönemlerinde, gerekli enerji gazla sağlanıyor; elektrikli buzdolapları sonradan geliyor. Yine ilk dönemlerde, kompresyon için kullanılan sıvılar, amonyak ve sülfür dioksit gibi zehirli maddeler olduğu için sağlığa zararlı pek çok “Yan etkisi” oluyor buzdolaplarının. Bu durum, freon gazının bulunması ve buzdolaplarında tamamen zararsız olarak kullanılmasına kadar devam ediyor.
İlk dönemlerde, buzdolabının çalışması için gerekli motor, dolabın içerisinde bulunduğu odanın dışında oluyor. Zamanla oluşan gelişmelerle, bu motorlar dolabın içerisine alınıyor. Görünen o ki, buzdolabı teknolojisinin gelişimi, pek çok ülkeden bilim adamının ortak eseri. Bu gelişimin pek çok değişik aşamasında, Amerikalı, Fransız, Alman, İskoç, Avustralyalı ve İngiliz araştırmacıların imzası var. Bu isimler arasında olan Faraday, amonyağı buharlaştırarak ortamda ısı düşmesini sağlayan, hemen hepimizin fizik derslerinden hatırladığı bir isim ve aslında bugün kullandığımız şekliyle buzdolabı, onun prensipleri üzerine inşa edilmiş bulunuyor.
Buzdolabı tarihinde en ilginç olan isim bence; Floridalı Dr. John Goorie. Neden derseniz, Dr. Goorie 1834 yılında, buz üreterek havayı soğutan bir makine icat etmiş, ama benim ilgimi çeken bu işi yaparken amacının yiyecek saklamakla hiçbir ilgisi olmaması… Dr. Goorie, sarı humma hastalığı yüzünden ateşler içerisinde yanan hastalarını biraz olsun serinletebilmek istemiş yalnızca, ve bu şekilde klima veya air-conditioner dediğimiz ortam soğutucularının da ilk örneğini oluşturmuş. Bu aygıtların çalışma prensibi buzdolabıyla aynı olduğu için, buzdolabı alanındaki gelişmelere de çok büyük yararı olmuş.
Buzdolabı, diğer mutfak aletleri gibi, ev ve sanayi tipi olmak üzere iki farklı boyut ve tarzda üretiliyor. Tabii ki tarihi gelişimi içerisinde de böyle olmuş. Önce ticari kayıpları önlemek için nakliye kamyonlarında, depolarda, bakkal ve manav dükkanlarında kullanılan buzdolabı, büyük miktarlarda üretilmeye başlamış. Ev tipi buzdolabı, ancak 1913’te piyasaya çıkabilmiş… Bu konuda da, neredeyse buzdolabı için jenerik birer isim haline gelen iki Amerikan firması öncü olmuş: General Electric ve Frigidere. Şimdi anladınız değil mi? Neden buzdolabı için “Zannettiğinizden daha yeni bir icat” dediğimi… Topu topu yüz yıllık bir ömrü var, bu zaten hep olduğunu zannettiğiniz aygıtın…
Buzdolabı, bir kez evlere girdikten sonra; tek kapılısı, çift kapılısı, su çeşmelisi, defrostu( yani buz eritme gerektirmeyeni), yalnızca buz üretmek üzere dizayn edileni,, mini denilen küçük boyları, deep freez (yani derin dondurucu dediğimiz türden olanı), ankastre olanı, yatay dizayn edilmiş bar modeli ve daha bir sürü farklı özellik taşıyanı kısa sürede geliştirilerek, piyasaya verilmiş.
Buzdolabı konusunda sözü edilmeden geçilmeyecek birkaç şey daha var. Birincisi, buzdolabı mıknatısları… Başlangıçta pek de öyle herkes kadar meraklı olmadığım bu objeler, giderek tüm dünyayı olduğu gibi beni de fethetti ve kendim için olmasa bile bir yakınım için, her gittiğim yerden mutlaka “magnet” denilen bu mıknatıslardan, özellikle de bir yiyecek veya içecek biçiminde yapılmış olanlarından, en az bir tane alır oldum.
Bu tabii biraz da benim koleksiyon yapmaya fazlasıyla yatkın olan tabiatımdan kaynaklanıyor, ama özellikle üzerinde mutfak faaliyetleri için gerekli adres ve telefon numaralarını barındıranlarından kimsenin şikayet edebileceğini sanmıyorum. Benim buzdolabımda beyaz eşya bakım servisi, sucu ve en yakındaki eve servis yapan pizzacının adres ve telefonlarını içeren mıknatıslar hiç eksik olmuyor.. Şimdi olaya böyle bakınca, buzdolabının bizim evde önemli bir iletişim ortamı da oluşturduğunu görüyorum.
Yalnızca kapağında, alışveriş ve eksik listesi yazılan mıknatıslı deftercikler barındırmakla kalmıyor, aynı zamanda üzerindeki küçük mıknatısların altına yerleştirilen notlar aracılığıyla ev halkının birbirinden haberdar olmasını da sağlıyor. Kızımın diyet listesi de, kocamın bana bıraktığı, “Köpeğe yemek verdim” notu, benim kendime yazdığım “Dişçi randevusu” notu da, hep buzdolabının kapağında yer alıyor!
İkinci dikkatimi çeken husus, buzdolabının sanal alemdeki mevcudiyet yoğunluğu. İnanması zor gelebilir, ama buzdolabı hakkında yazışabilmek için hazırlanmış blog ve internet siteleri bile mevcut…
Bu konudaki son sözüm ise, rengarenk ve çeşit çeşit şekilli buz kalıpları ile ilgili. Teknolojik gelişim ulaşabileceği son noktalara doğru ilerledikçe, her üründe olduğu gibi, buzdolabında da, dizayna yönelik yenilikler önem kazanmış bulunuyor. Bir zamanlar beyaz, sonra çelik dolaplar modayken, şimdilerde ilk yapılanlar gibi farklı koyu renklere boyanmış olan dolaplar daha gözde.
İşte bu tür hoşlukların en güzellerinden birisi de, yapışmayan ve içerisindeki buzun kolayca çıkabildiği buz kalıplarının geliştirilmesinden sonra yaratılan birbirinden renkli buz şekilleri… Bence bu konudaki yeniliklerden herkes yararlanmalı ve herkes derhal hayatına bir küçücük mutluluk olarak, yıldız veya kalp biçiminde buz parçaları katmalı.
Mutfak aletlerinin öyküsünü sadece birkaç tanesine kısıtlamak doğru değil belki, ama bazılarının namına konuşacak kadar tipik özellikleri olduğunu düşünüyorum. Bu durumun en az buzdolabı kadar tipik iki örneği daha var; bulaşık makinesi ve ekmek kızartacağı. Birincisi, olmazsa özellikle bir ev kadının başına neler geldiğini çok iyi bildiğim için; ikincisi de tam tersini, yani bazı işleri bal gibi, araç kullanmadan da yapabilecekken, bu tür aletleri kullanmayı tercih eder olmamızı ilginç bulduğum için…
Bulaşık makinesi, özellikle kalabalık aileler ve çok konuk ağırlayan evler için artık vazgeçilmez bir aygıt. Ama asıl yararlı olduğu alan, hiç şüphesiz profesyonel kullanım… Restoranların bulaşık yükünün evlerden kıyaslanmayacak kadar fazla olması bir yana, bu genel kullanımın söz konusu olduğu kalabalık yerlerde çok önemli olan temizlik ve hijyen gereklerinin yerine getirilmesi için de, bulaşık makinesi vazgeçilmez bir aracı.
O kadar kapkacağın bir veya birkaç kişinin elinde, hepsinin aynı temizlik standardında yıkanmasının ne kadar zor olduğu, ne kadar uzun sürdüğü bir yana, bulaşık makinesine koyulabilen suyun sıcaklığı ve deterjanın gücü insan elinin dayanabileceğinin çok üzerinde olduğu için, içerisindekilerin yıkanırken bir yandan da dezenfekte ediliyor olması ayrıca çok önemli…
Uzun yıllar elde bulaşık yıkayıp bundan nefret etmiş birisi olarak bu harika aleti, büyük olasılıkla da bir ev hanımının icat etmiş olacağını düşünürdüm hep. Konuyu araştırınca, yarı yarıya haklı olduğumu öğrendim: Evet, günümüzde kullanılan makine, bir hanımın geliştirdiği modele dayanıyor ama hayır, hanım hiç de benim zannettiğim gibi bulaşık yıkamaktan bezmiş değil. Çünkü Josephine Cochrane adlı bu hanım, buharlı gemilerin mucidi John Finch’in torunu ve tabii oldukça varlıklı. Bu nedenle de hayatında hiç bulaşık yıkamamış, ama hizmetkarların yıkadığı porselenlerinin üzerinde oluşan çatlak ve kırıklardan illallah dediği için, bu konuya çözüm getirecek bir makine geliştirmeyi düşünmüş.
Gördünüz mü? Deminden beri saydığımız yararlara böylece bir yenisi daha eklenmiş oluyor. Yıkanırken kırılıp dökülmeler, bulaşık makinesi sayesinde yok denecek kadar azalıyor. Buna karşılık, deterjanların gücü ve püsküren suyun sertliği nedeniyle, özellikle camlarda zaman içerisinde oluşan bir parlaklık kaybı söz konusu ama, artık bu kadar kusur kadı kızında da bulunur! Hem her gün daha iyisi geliştirilen bir takım yumuşatıcı ve parlatıcılar sayesinde, bu konu da artık sorun olmaktan çıkıyor gibi.
Cochrane, 1886’da yaptığı makineyi ilk kez 1893’deki Chicago Dünya Ticaret Fuarı’nda kamuoyunun beğenisine sunmuş. El gücü ile çalışan bu makine aslında, 1850’de bu konudaki ilk patenti almış olan Joel Houghton’ın tasarladığı ve yine elle çalıştırılan modelden fazla da farklı değilmiş herhalde. Daha sonra bulaşık makinesinin, mutfaktaki musluk ve gider sistemine entegre edilmesi gündeme gelmiş ki, bu da ancak 1920’lerde gerçekleşmiş. Ardından 1940 yılında üzerinde elektrikli kurutucusu da olan bulaşık makinesi piyasaya sürülmüş ve böylece, bu yakın yardımcımız pek de öyle fazla karmaşık olmayan gelişimini tamamlamış.
Ekmek kızartıcılarına gelince… “Beyaz aletler” kategorisinden çıkıp “elektrikli el aletleri” kategorisine geçiyoruz bu çok popüler aygıtla. Büyüklerimizin vazgeçemediğimiz bazı kolaylıklar için, “Eskiden böyle bir şey mi vardı?” diye sitem etmesi, hepimizin bir ara başına gelmiştir mutlaka. Ekmek kızartıcıları da, benim her seferinde kendi kendime aynı şeyi söyleyerek kullandığım aletler kategorisine giriyor. Çünkü rahatlığı, ortaya çıkan sonucun kalitesi ve rengarenk modellerinin şıklığı vazgeçilmez gibi gözükse de, ekmek kızartma makinesinin işini yapan basit pek çok metot da yok değil.
Evdeki elektrikli ızgaralarda da ekmeği kızartmak mümkün, herhangi bir ateşin üzerine konmuş tel ızgaralarda da… 1893’te İngiltere’de piyasaya sürülen dünyanın ilk ticari ekmek kızartacağının sonu hüsran olduktan sonra, daha uzun süre denemeler yapılarak, nihayet 1909’de Amerikan General Electrics firması tarafından ilk başarılı türünün patenti alınmış. Otomatik zaman ayarlı ve kızardığında ekmeği dışarı fırlatan bugünün ekmek kızartıcısına ulaşmak da öyle çabuk olmamış tabii ki. Bugün evde kullanılan tipinin yanında, bir konveyör üzerinden ekmeklerin geçirilmesi şeklinde çalışan daha profesyonel modelleri de yaygın biçimde kullanılıyor. Ekmek kızartıcılarının Amerika’da bir müzesi bile olduğunu söyleyeyim ve “Simpsons” ve “Susam Sokağı” gibi dizilerde sık sık karşınıza çıkan kızartıcıları size hatırlatayım…
Sonuçta hangi türünden bahsediyor olursak olalım mutfak aletleri hayatı kolaylaştıran, bazen günümüzü kurtaran, bazen de kendimize zaman yaratmamıza yardımcı olan ve yokluğunu düşünemeyecek kadar benimsediğimiz aygıtlar olarak yeme-içme dünyasına tam destek veriyorlar. Kıymetlerini bilmek gerek; boşuna dememişler, “Alet işler, el övünür” diye…
“Güzin Yalın’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından yayınlanan “Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan” adlı kitabından alıntıdır.”
Güzin Yalın’ın diğer yazıları için tıklayın.